HDP Genel Merkezine yapılan saldırı, bir süredir yaygın ve yüksek perdeden geliştirilen nefret söylemi ile ilişkilidir. Hükümet bu saldırıyı hedeflememiş olsa bile egemen söylemin bu sonucu doğuracağını öngörmemek vahim bir durumdur. Paris cinayeti, Bingöl’de polise yönelik saldırı ile ilişkilendirilerek gerçekleştirilen infazlar ve nihayet Ahmet Karataş’ın uğradığı saldırı gibi olaylar aydınlatılmadıkça çözüm sürecinde mesafe alınması kolay olmayacak. Hükümetin bu tablodaki payı ne olursa olsun fiili sonuç değişmeyebilir.
Kullandığı sorumsuz dille yüzleşmeye bile niyet etmeyen bir siyasi iradenin, süreci nasıl yönetmeyi umduğunu tahmin etmek zor değil. Nefret söylemi ve nefret suçunun kapsamına dair asgari bilgiye sahip olan herkes bilir ki ikisi arasında doğrudan bir illiyet bağı aramak bile gereksizdir.
Halkı sokağa çağırmayı, peşinen onlarca insanın gösterilerde güvenlik güçlerinin açtığı ateşle hayatını kaybetmesinin sorumlusu gösterebilen bir zihniyetin HDP’ye yönelik saldırıda tam tersi bir mantık işleterek sorumluluğunu görmekten kaçınması dikkat çekici bir durumdur.
Saldırıyı gerçekleştiren, durumdan vaziyet çıkartıp vatanı kurtarmak için birilerini cezalandırma hakkını kendinde gören meczup pozisyonu bile olsa buna psikolojik ortam hazırlayan söylemler sorumluluk doğurur. Nefret söylemi tam da budur. Nefret suçunun işlenmesi ile nefret söylemi arasında somut bir bağlantı aranmaz. Kaldı ki Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehlike dolayısı ile konunun siyasi sorumluluk boyutu hukuki sorumluluktan daha hafif ve önemsiz değildir.
Hrant Dink cinayetinde kamu görevlilerinin somut sorumluluğunu soruşturma konusu yapma aşamasına yıllar sonra nihayet gelebildiğimizi düşünürsek son yıllarda yaşadıklarımızla ilgili etkin yargılama sürecinin gerçekleşmesi için ne kadar bekleyeceğiz bilmiyoruz.
Bu bir karamsarlık değildir. Somut durumun açık biçimde okunmasıdır. Siyaset neticesi ile tartışılır, sorgulanır. Temennilerle reel politik analizi yapılamaz.
Nefret suçları ile ilgili düzenlemeyi kendi eksiklerimizi gidermek için değil Batı’ya karşı savunma refleksi içinde hazırlarsanız varılacak nokta bundan daha ilerisi olamaz. Demokratikleşmenin parçası olan adımlara Batı’yı idare etme işlevi yükleyen bir iktidarın çözüm sürecine de iç dinamikleri idare etme rolü yüklemesi yadırganacak bir durum değil aslında. Nasıl demokratikleşme olmadan barış olmazsa, nefret söylemini devam ettirerek de demokratikleşme oyunu oynanamaz.