İnsanlık ailesinin yaşadığı küresel kriz değerlerimizi, geleceğimizi ve doğayı tehdit ediyor. Temsili demokrasi tüm kazanımlarına rağmen bu tehlikeyi önleyecek çözümleri üretemiyor. Yoksulluk, gelir dağılımında derinleşen uçurum, savaş ve çatışmalar, kaçınılmaz olarak doğuştan kazandığımız hakları yok sayıyor. Göç ve buna dayalı gelişmeler elbette önce yerlerini terk etmek zorunda bırakılanlar olmak üzere bir çok coğrafyada istikrarsızlık ve kaosa zemin oluşturarak, tüm insanlığı öngörülemeyen bir istikbalin gerilimine itiyor. Yükselen nefret söylemleri kamplaşma ve kopuş siyasetini besliyor.
Bu durumdan çıkışa dair verilen mesajlar eski ezberlerden öteye geçmiyor, atılan adımlar sorunu çözmekten çok yönetmeye ilişkin programlardan ileriye gidemiyor. Bölge ve ülke siyasetinde de gerek geçmişten devraldığımız sorunlar gerekse önümüzdeki süreçte yüz yüze kalacağımız gerçekler için yeni siyasal çözüm alternatiflerinin arayışı içine girmeyi zorunlu kılıyor.
Günlük polemik ve kısır çekişmeleri aşacak bir tarz ve siyaset diline olan ihtiyaç her gün kendisini daha fazla hissettiriyor. Kişi ya da parti çıkarlarının ötesinde ve üzerinde bir toplumsal siyasetin inşası insanlığa ve ülkeye dair kaygısı olan herkese sorumluluk yüklüyor.
Sessiz çoğunluğun kendisiyle ilgili karar süreçlerine etkin katılımına dair yapısal sorunlarla yüzleşmek, yeni yöntem ve araçları tartışmayı gerektiriyor.
Mevcut durumdan en çok rahatsız olan kararsız diye tarif edilen seçmenleri anlamaya çalışmak siyasette sağlıklı bir dönüşümün olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkıyor.
Hak Temelli bakış açısıyla kurucu bir siyasetin toplumsal zeminde inşası yerel buluşma ve ortaklaşmaları gerektiriyor.
Kimlik ve kültürel farkları gözdağı, arbede gerekçesi olmaktan çıkaracak, ortak bir aklın geliştirilmesi, yaşadığımız acılar karşısında empati yapabilen toplumsal bir vicdanın oluşması, aktif yurttaş ve sorumlu toplum bilinci ile mümkün olabilir.
Kolay mahkum eden, ötekileştiren, dışlayan, tanımlayan bir dil yerine tanımaya, anlamaya çalışan bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Dar grup refleksleri ya da kişisel kariyer hesaplarına kurban edilmeyecek bir örgütlenme ahlakı ve çalışma ortamı ancak toplumsal kaygıları merkeze alan bir tutumla sağlanabilir.
Politikadaki tıkanma toplum ile siyaset, iktidar ile muhalefet, kitle ile örgütlü yapılar ilişkisinde yeni bir değerlendirmeyi dayatıyor. Toplumsal mücadelelerde büyük bedeller ödenerek insanlığın ortak kazanımları haline gelen eşitlik, özgürlük, barış gibi değerlerin kalıcı ve bağlayıcı hukuki güvenceye kavuşturulması insan onurunu ve doğayı merkeze alan bir programı gerektiriyor.
Her türlü ayrımcılığa ve ayrıcalığa karşı çoğulcu bir hukuk ancak katılımcı bir demokrasi anlayışı ile hayata geçirilebilir. Küresel kapitalizmin vahşi uygulamalarının otoriter yönetimlere güç katan arayışları doğurması karşısında toplumsal adalet ve hak temelli siyaset gerçek bir alternatiftir.
İktidarların değişmesiyle bile değişmeyen ahlaki yozlaşma, yabancılasma ve siyasal çürüme karşısında özgürce tartışacağımız bir platform kurmaya, toplumsal dayanışma için harekete geçmeye davet ediyoruz.